PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : 3 Asrın Hikayesi Bir Kese Kağıdında


BudulgaN
08.Ocak.2019, 23:08
Geçmişi ‘basit’ bir kese kâğıdından okuyoruz bu defa. Harf Devrim’inden sonra kese kâğıdı yapılan Kur’an-ı Kerim sayfaları, bir devrin perdesini araladı. Yaralar kabuk bağlasa, gözyaşları dinse de çekilen sızı hâlâ hissediliyor.

Cu.mhuriyetin kese kâğıdı o!’ diyor, kitap yığınları arasından seçmeye çalıştığımız tabloyu kastederek. Anlamadığımızı ayr?m edince içeri ça?r? ediyor: “Geçin, yakından bakın!” Ne olduğunu idrak etmemiz vakit alıyor. Manavlarda görmeye alışık olduğumuz cinsten bir kese kâğıdı, çerçevelenip duvara asılan. Tek farkla; gazete kâğıdından değil, Kur’an-ı Kerim sayfasından yapılmış. Yerinden indiriyor, önüne, arkasına bakıyoruz. Hayır! Yanlışlık yok.


Kenarlarında tefsiri de olan bir Kur’an-ı Kerim sayfası. Tutkallanıp kapatılmaya çalışılsa da okunuyor üzeri. Anne babaya itaati öğütleyen İsra suresi 23. ayetin ortalarından başlıyor sayfa: “Şayet onlardan biri ya da ikisi yaşlılıklarında yanınızda bulunursa sakın ‘öff’ (bile) demeyin. Onları azarlamayın ve çok nazik söz söyleyin!” Ve sonuna doğru: “Rabbiniz, içinizde olanı en iyi bilendir. Eğer siz iyi kimseler olursanız, şüphesiz O, çok tevbe edenleri bağışlayıcıdır…” Söz söylemek zor. Öylece susup kalıyoruz… Sahaf Lütfü Bayer’in “Cu.mhuriyet’in kese kâğıdı.” demesi de o yüzden. Nereden başlayıp ne söyleyeceksiniz ayaküstü? Karşımızdaki tek bir yaprağı yorumlamak için, Cu.mhuriyet’i olas? kılan şartlarla, 3 asırlık geçmişle yüzleşmek gerekiyor…

Dedelerimizin acıyla anlattığı yılların şahidi bu sayfa. ‘Eski yazı’ kitapların, ne yazdığına bakılmaksızın yakıldığı, ayaklar altına alındığı zor yıllar 1930’lar. İmkân bulanlar, aynı akıbeti yaşamamak için görünmez kılmış elinde ne var ne yoksa. Bazen gömmüş, bazen kuyuya, nehre dökmüş. Bir zihniyet, ya?am tarzı, tasavvur dünyası; köhne, kıymetsiz duyuru edilmiş kısacık zamanda. Ve ‘kitap’, milletin kaderine ortaklık etmiş o günlerde…



Lütfü Bayer’in eline birkaç yıl evvel geçen evraktan takip edebildiğimiz kadarıyla ‘kese kâğıdı’nın hikâyesi; 1937’de, İstanbul Suriçi’nde başlıyor. Şehzade Abdülhamid’in hocalarından Osman Zeki Bey’in kurduğu Osmanbey Matbaası’nda basılıyor. Baskı tarihini bilmesek de Harf Devrimi’nden kısa süre evvel olduğunu tahmin etmek zor değil. Zira 1 Kasım 1928’de kabul edilen ?slahat kanununa göre ‘eski harflerle’ kitap basmak ve satmak, daha evvel basılmış eserleri piyasaya sürmek yasak. İstisnası yok, aynı dayatma Kur’an-ı Kerim için de geçerli.



1923’e kadar halkla Cum.huriyet’in kurucu kadroları arasında bariz bir ayrışma yok. Yollar, İkinci Meclis döneminde ayrılıyor.

‘Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’un hükümsüz kıldığı kitaplar, uzun yıllar depolarda öylece bekletiliyor. Anlaşılan o ki Osmanbey Matbaası’nın sahibi Darüşşafaka Cemiyeti, 1937’de bu evrakın hiç olmazsa bir kısmını elden çıkarma kararı almış.

Esnafın İstanbul Müftülüğü’ne şikâyeti olmasa, diğer binlercesi gibi haberdar olmayacaktık muhtemelen. Ancak Kur’an’a reva görülen muameleye şahit olan halk, artık susmak, sineye çekmek istemiyor belli ki.

Müftülük, şikâyet üzerine 17 Aralık 1937’de İstanbul Müftüsü F. Ülgener (Prof. Dr. Sabri Ülgener’in babası Mehmet Fehmi Ülgener) imzasıyla Türk Okutma Kurumu’na başvuruyor: “Darüşşafaka’ya vakfedilmiş olan Osman Bey matbaasının öteden beri dini eserleri yapan ve basan bir bas?mevi olduğu cihetle Müslümanlar arasında bir mevkii hürmette görülen mezkûr matbaanın bu kere ambarlarında var tonlarca Kuran-ı Kerim sahifelerini kise kâğıdı yapılmak üzere ufak bir bedel mukabilinde piyasaya satmış olması, birçok vatandaşlar tarafından esefle görülüp ve karşılanan bu kise kâğıtlarından bir numunesi ilişik olarak takdim kılınmıştır.”



ahsi geçen numune, İstanbul esnafından Azakzâde Tevfik’in kese kâğıtçı Mihran’dan aldığı kâğıtlardan. Azınlık mensubu olduğu kaydedilen Mihran, Kur’an sayfalarını ambalaj yapıp Beyazıt’ta piyasaya sürüyor. Bölge esnafından Tevfik Efendi de Mihran’ın müşterileri arasında. Muhtemelen parası ancak o kadarına yeten Azakzâde, kâğıtlardan 15 çuval alıyor. Bir tanesini, şikâyet dilekçesiyle birlikte resmî makamlara teslim ediyor. Gerisine ne yaptığı bizce meçhul.

Mesele, İstanbul Müftülüğü’nün Türk Okutma Kurumu’na başvurmadan evvel yaptırdığı tahkikatla kısmen aydınlanıyor. Öğrenildiği kadarıyla matbaa, Kur’an-ı Kerim sayfalarını Galata’da bir komisyoncuya satıyor. Mihran, piyasaya sürdüğü kâğıtları komisyoncu Kerope’den alıyor. İstanbul Müftüsü Ülgener, elde ettikleri malumatı aktardıktan sonra Türk Okutma Kurumu’ndan, “Bu gibi hallere saha verilmemesine delalet olunmasını...” talep ediyor.

Başbakanlığa bağlı Türk Okutma Kurumu; dilekçeyi, altına el yazısıyla ‘Ehemmiyetle Osman Bey Matbaasına’ yazarak Darüşşafaka’ya iletiyor. Cevabî savunma, 3 Ocak 1938’de ulaşıyor müftülüğe. “… ambarlarda parça hâlinde bulunan ve çürümeğe yüz tutan dinî ve gayrı dinî Arapça formaların imhası istek edildiğinden bunların Avrupa kağıt fabrikalarında kağıt hamuru haline konulmak ve İstanbul vesair mahal piyasalarında kullanılmamak ve ters takdirde her türlü mes’uliyet kendisine ait olmak şartiyle ve sureti ilişik bir taahhütname mukabilinde (…) Kerope’ye satıldığı (…) yarım asırdan beri pak ve dürüst olarak tanınmış olan Osman Bey Matbaası’nın bu gibi cimri menafi yüzünden kesri itibarına mahal bırakılmayacağı…”

Komisyoncu, kâğıtları kilosu 4 kuruş mukabilinde hamur yaptıracağına 5 katı fiyata Mihran’a satmayı tercih ediyor kısacası. Osman Bey Matbaası, muhataplarına ‘itibarını ufak menfaatlere değişmeyeceği’ cevabını veriyor... Sorumlular hakkında işlem yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz ne yazık ki. Tıpkı Sahaf Lütfü Bayer’de mahfuz teftiş raporuna göre 31 Mayıs 1940’ta matbaanın depolarında bulunan ciltlenmemiş 2 bin tane yaldızlı Kur’an sayfasının akıbetini bilemediğimiz gibi…



Buhran 2 asır evvel başlıyor

Cum.huri.yet’e geçişte yaşanan kırılmanın küçük, sembolik ancak çok önemli bir göstergesi bu belge. Eski dönemin birikimini; istisna tanımadan elinin tersiyle iten Cum.hur.iyet’in kurucu eliti ve siyasileri, vebali birlikte omuzluyor. Önce eserlerin anlat?m ettiği mânâ, ardından metin kıymetsizleştiriliyor.

Konudan haberdar sahaf müdavimlerinden biri, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit Küçük. O bizim kadar şaşkın değil. Zira dedesinin kitaplarından başlayarak pek çok vak’a görmüş, dinlemiş bugüne dek. Yorum yapmadan evvel kendi hatırasını paylaşıyor bizimle: “Adını aldığım dedem Çanakkale şehidi. Medreseyi bitirdikten sonra evlenmiş. Eşi hamileyken savaşa çağrılmış. Nenem, Harf İn.kılâbı’ndan sonra çevrede oluşturulan korkudan etkilenerek dedemin kitaplarını iki-üç merkebe yüklemiş, götürüp tarlaya dökmüş. Kitaplar orada senelerce yağmur altında kalarak çürümüş.” Antalya Aksekili Raşit Hoca, iki medresesi olan, okuyanı fazla, Menteşbey köyünden. Halkın, Harf De.vrimi’nden sonra ‘ayak altında kalmasın!’ diye mağaraya attığı içleri erimiş onlarca kitabın cildini çıkarmış gençlik yıllarında. Zihninde canlanan manzaralar engel oluyor şaşırmasına.

O yılların vebalini bir tek Cum.huriyet’e yıkmak haksızlık elbette. 20’lerde hükme bağlanan her icraat, nereden baksanız 200 senelik buhranın izlerini taşıyor. Asırlarca cihana hükmeden Osmanlı, 1774’te mağluplar safında buluyor kendini. Ufak Kaynarca Anlaşması sonrasında Osmanlı münevveri ilk kez kendinden şüphe duymaya başlıyor. ‘Neden?’ sorusuna yan?t arıyor herkes. İslam ümmetinin Hıristiyanlar karşısında ma?lup düşmesine sebep ne? Kültür, sanat, inanç, sistem, hatta kılık-kıyafet ve abece ta o zamandan tartışılmaya başlanıyor. Kaybedilen zamanı kazanmak istiyor Osmanlı. “Mağluplar galipleri her şeyiyle taklit eder!” diyor İbn-i Haldun. Aynen öyle oluyor. Kurtuluş reçetesine ‘Batılılaşma’ yazılıyor.

Tanzimat aydınlarının devam ettirdiği muhasebe, Cu.mhuriyet’te kavgaya dönüşüyor. Tanzimatçılar reform ve tekâmülü esas alırken Cum.huriyet, ?slahat yolunu tutuyor. “Must4fa K3ma.l Bona.partist bir adam. Gerçekleştirmek istediklerini demokrasiyle yapamazdı, bunu bekleyemezdi. Bizim aydınlarımız çok etkilenmişti Fransız İhtilali’nden. Onun gibi yapmak istediler.” Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Ali Ünal’a ait bu yorum. Evet, tartışma 2 asırdır sürüyor ama 1900’lerin başına kadar dava, devleti ıslah etmek çerçevesinde değerlendiriliyor. Tanzimatçılar devleti dönüştürmek istiyor, topluma dokunmuyorlar. örne?in memurlara kıyafet zorunluluğu geliyor ama halka müdahale edilmiyor. Cum.hur.iyet’se doğrudan halkı dönüştürmek çabasında: “Çünkü kaybedilen zamanı telafi etmek istiyorlar.”



Ünal, Cu.mhuriyet’in kuruluş mantığını çap küçültme olarak yorumluyor. Osmanlı’nın cihanşümul iddiaları var. Ama 1900’lerin başında devlet ve cemiyet iddialarını gerçekleştirecek maddi manevi imkândan mahrum. Balkan ve dünya savaşları, ardı arkası kesilmeyen mağlubiyetler… Kimse imparatorluğun ayakta kalabileceğine inanmıyor artık. Tek deva sıfırdan başlamak. Geçmişin hafızasına ve hatırasına saygılı bir toplumla hedefe ulaşmak olas? değil. Yeni devletin ‘yeni’ insanlara ihtiyacı var. “Yepyeni bir insan tipi, homo cumhuriyetikus yetiştirme telaşına düşüyorlar. Bu insanın tarihle teması olmamalı. Ve kimliğin en önemli unsuru, dinle bağı kopmalı. Bu ikisinin yok edilmesi isteniyor ki Har.f De.vrimi’nin esas amacı da bu!” diyor Ünal. ‘Mevcut abece Türkçeyi anlat?m etmekte yetersiz kalıyordu. Öğrenilmesi zordu!’ iddialarının gerçekle alakası yok ona göre. “Hiçbir millet zor öğreniliyor diye abece değiştirmez. Öyle olsa Japonların, Çinlilerin değiştirmesi gerekirdi.”

Kurtuluş mu? Felaket mi?

Topluma; takvimin, terazinin, kanunun, kıyafetin ve son harfin, kelimenin değişmesi olarak yansıyan hadise, başından sonuna bir kültür buhranı. Sonraki nesillere belletilen İnkılâplar Tarihi üzerini örtmeye çalışsa da ilk günden beri sebep de, maksat da biliniyor. Doğrudan hafızaya kastedeceği için Harf Devrimi, diğerlerinden daha çok telaşa sebep oluyor. ‘Evet!’çilerle ‘Hayır!’cıların gazeteler aracılığıyla yürüttüğü mücadele, yıllarca sürüyor. 1911’de Arnavutluk, 1927’de Azerbaycan değiştiriyor alfabesini. Her seferinde İstanbul’da sesler daha da yükseliyor. ?slahat müdafilerinin iki esas gerekçesi var. Var abece Türkçe anlat?m açısından yetersiz. Ve öğrenilmesi zor olduğu için ülke genelindeki okuma yazma oranı bir türlü yükselmiyor. Meselenin dinî ve kültürel tarafına ise hiç değinmiyor, iddiaları reddetmekle yetiniyorlar. “Yaptığımız işi dine münâfi görmek yapılan işi görmemektir.” diyor İsmet İnönü 1925’te. “Biz şu kanaatteyiz ki yapılan işin dinsizlikle hiçbir münasebeti yoktur. Bu sistemde muvaffak olalım, on y?l azimle, muvaffakiyetle tuttuğumuz yolda yürüyelim. On y?l sonra tüm dünya ve şimdi bize muarız olanlar yahut tuttuğumuz yoldan din namına endişe edenler göreceklerdir ki Müslümanlığın asıl en temiz, en saf, en hakiki şekli bizde tecelli etmiştir.”

Dr. Abdullah Cevdet, Cenap Şehabettin, Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Yunus Nadi gibi pek çok ad var değişiklik taraftarları arasında. Hüseyin Cahit’in (Yalçın) 22 Eylül 1923 tarihli cümleleri ortak fikriyatı özetler nitelikte: “Bizi şimdiki harflere rapteden şey nedir? Bu harfleri kullanmak için hiçbir mecburiyet-i diniye yoktur. Milli harflerimiz de değildir. Latin harflerini kabul ederek bir an içinde herkese okuma yazma öğretmek suretiyle elde edebileceğimiz nâmütenahi faydaları istihfaf ediyoruz.”

Öte tarafta; Kazım Karabekir, İbrahim Alaaddin (Gövsa), Veled Çelebi, Avram Galanti, Ali Ekrem (Bolayır), Fuad Köprülü, Halid Ziya (Uşaklıgil) ve Zeki Velidi’nin (Togan) de aralarında bulunduğu pek çok isim, her fırsatta karşı tezlerini anlat?m ediyor. Muhalifler, alfabeye müdahale edilmesine karşı değil. İhtiyaca göre, karşılığı olmayan sesler için birtakım ilaveler yapılabilir. Ancak değiştirilmesine taraftar olmak, felakete sessiz kalmak manasına gelir. 1000 senelik harflerden vazgeçmek; milletin tarihi ve kültürüyle, Türklerin İslam devletleriyle, bilim adamlarının kütüphanelerle irtibatının tamamen kesilmesi demektir...



Yeni abece Kamu Evleri ve Köy Ens-titüleri aracılığıyla yaygınlaştırılıyor.

Şubat 1923’te başkanlık ettiği İktisat Kongresi’nin abece meselesini gündeme almasını reddeden Kazı.m Karabekir, 5 Mart’ta V.akit Gazetesi’ne demeç veriyor: “Bu dü?ünce bir zamanlar Avrupa’da hürc-ü merci mucib oldu. (…) Bizim İslam hurufatımız kâfi değilmiş. Binaenaleyh Latin hurufatı isti’mal edilmeliymiş. Bazı arkadaşlarımız bu fikrin mürevvici oldular. Ama neticede bunun felaketli olduğunu anladılar ve pişman oldular. Bu fikrin müthiş bir felaket olduğunu Arnavut kavmi de pek geç olarak anladı. (…)Kabul edildiği gün ülke herc ü merce girer. Her şeyden sarf-ı bak?? bizim kütüphanelerimizi dolduran mübarek kitaplarımız, tarihlerimiz ve binlerce ten asarımız bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan bu harfleri kabul ettiğimiz gün en aka felakete uğramış oluruz.”

İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Meral Alpay, Kazım Karabekir’in muhalefetinin At4.türk’e ‘henüz’ vaktin gelmediğini düşündürdüğünü belirtiyor. 1926’da İzmir suikastı gerekçesiyle tutuklanan Karabekir Pa.şa’nın üstü daha o günlerde çiziliyor belli ki.

Harf De.vrimi’nin en kuvvetli muhaliflerinden biri, Bodrumlu Yahudi bir aileye mensup Dil Bilimi Profesörü Avram Galanti. 1915-33 arasında İstanbul Darülfünun’unda hocalık yapan Galanti, Azerbaycan’ın Latin alfabesine geçmesinin ardından 1927’de ‘Arabî Harfler Terakkimize Engel Değildir’ ismiyle uzunca bir makale/kitap yazıyor. Mevzunun sadece siyasi yönden ele alındığından yakınıyor Galanti. Zira ilmî açıdan baktığında bu arzuya gerekçe bulamıyor.

Ga.zi susuyor...

Adi bir elif ba meselesinden ziyade memleketin irfanı mevzu bahis Galanti’ye göre. Adeta yakarıyor itiraz gerekçelerini sıralarken: “Bu karar, eslâfın müellefatını (geçmiş nesillerin eserlerini) unutturur. Maziyle olan her türlü revâtıbı (ilişkiyi) keser. Kendi yetiştireceği Latin harfi neslini kitapsız bırakır. Yeni nesil, bin 300 senelik edebiyatından, tarihinden, ilmî ve fikrî mazisinden haberdar olmayacaktır. (…) Mazisini gaib eden millet kendini tanıyamaz ve başkalarına da tanıttıramaz. Muarızlarımız ve düşmanlarımız ‘Medeniyete hizmetiniz nedir?’ sordukları vakit ne diyeceğiz? Bir milletin medeniyeti, âsârının ve vesaikinin (eser ve belgelerinin) şehadetiyle tespit edilir. Arap harfleri ortadan kalktığı gün mazimiz ortadan kalkar ve biz Fuat Bey’in (Köprülü) dediği gibi varl?kl? harsımıza (kültürümüze) rağmen harssız bir millet haline geliriz.”

Defalarca tartışmaya çekilmek istense de Mu.st4fa Kem4l 1928’e kadar bozmuyor sessizliğini. Fikri sorulduğunda geçiştirmeyi tercih ediyor ancak niyetini açık etmiyor. Vaktin geldiğine kanaat getirmiş olacak ki 9 Ağustos 1928’de Sarayburnu’nda duyuru ediyor kararını: “Asırlardan beri kafamızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz.” Nitekim o devre kamu arasındaki yaygın ismiyle ‘G.azi Elifbası’ 3 ay sonra, 1 Kasım 1928’de Resmî Gazete’de yayımlanan kanunla yürürlüğe giriyor.

Gazete ve kitap sayfalarından takip ettiğimiz tartışmada kimin haklı olduğu, daha ilk yıllarda çıkıyor ortaya. Tıpkı Galanti’nin tahmin ettiği gibi geçmişle bugün, hocayla talebe, Türkiye ile İslam devletleri arasına kapanması zor mesafeler giriyor.

Tarih Profesörü Mehmet Ali Ünal, Türk tarihindeki iki aka kırılmaya işaret ediyor söz bu kültürel kopuşa geldiğinde. Birincisi, İslamiyet’i seçtikten sonra yaşanan kesinti. Müslüman olunca Orta Asya’daki tüm kültür unsurlarına sırtını dönüyor Türkler. Din değiştirmek, uygarl?k değiştirmek demek çünkü. Bu kırılmanın bir benzeri; 1000 yıl sonra, 1920’lerde tekrarlanıyor.

Bu kez din değişmediğine göre bu keskin kopuşu nasıl aç?klama etmek gerek peki? “Belki ellerinden gelse yaparlardı onu da.” diyor Ünal. “Tartışılmış bunlar. Camilere sıra koyalım, kiliselerdeki gibi müzik eşliğinde dua edelim falan. Evet din değiştirilmiyor ama daha şiddetli bir kesinti yaşanıyor. Millet tüm geçmişine, ilmî birikimine, kültürel ve manevi değerlerine arkasını dönüyor bir günde. Yeni bir insan tipi oluşturulacak. Bunun için geçmişte var olanların reddedilmesi, değersizleştirilmesi gerekiyor.” Kılık / kıyafet değişmiş, yasa / nizam değişmiş. Hilafet gitmiş, ölçü tartı, muvazene gitmiş. Kelimeye / harfe gelmiş sıra...

Geçmişte inkâr edilse de bugün hemen herkes devrimlerin muasırlaşmadan ziyade geçmişten kopmak niyetiyle yapıldığında hemfikir. 1923’te Cum.huriyet’in kurucu meclisini dağıtan Te.k Parti fikriyatının 1924’ten itibaren attığı adımlar zımpara gibi geçiyor toplumun üzerinden. Son ve en etkili vuru? Harf Devri.mi ile vuruluyor. Sadece bizim değil, pek çok diğer ad gibi Prof. Mete Tunçay’ın da fikri bu: “Cu.mhuriyet devrimleri 1925 yazında başlamıştı, Harf Devr.imi 28’de yapıldı. Aşama aşama lüzumlu adımlar atıldı ve şartlar olgunlaştığında Harf Dev.rimi yapıldı.” Abece değişikliğini Tarık bin Ziyad’ın gemileri yakmasına benzetiyor Tunçay. Ve asıl amacın geçmişle istikbal arasındaki bağı koparmak olduğuna geliyor buradan.

Aslına bakarsanız yeni devletin mimarları da inkâr etmiyor bu niyeti. Daha yumuşak ifadeler kullanıyorlar, hepsi o. İsmet İnönü 1930’larda, “Harf inkılâbının en aka faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. Türk milletini bir kültür âleminden bir başkasına nakletmiştir.” itirafını dile getiriyor mesela. Nihat Erim’se 9 Ağustos 1953’te, Yeni Türk Harflerinin Kabulü yıldönümü vesilesiyle Millet Gazetesi’ne konuşuyor: “Türk milletinin kültür alanında son çeyrek yüzyılda aldığı mesafeyi en başta Arap harflerinden kurtulabilmiş olmak sayesinde geride bırakabildiğimize şüphe yoktur. Eğer yeni Türk harfleri olmasaydı, Batı kültürüne bu denli acele yaklaşamazdık.”

Topraklarıyla birlikte itibarını da kaybetmiş, yeni kurulan dünyada tasavvur ve tefekkür dünyası kıymetsizleşmiş bir geçmişi sırtında taşımak istemiyor genç Cum.huriyet. Unutur ve unutturursa Zümrüdüanka gibi küllerinden doğabilecek. Siyasiler de aydınlar da buna gerçekten inanıyor.

Prof. Dr. Raşit Küçük, devrimin arkasındaki ‘vazgeçme’ düşüncesinin bilahare çok bariz anlaşıldığını düşünüyor. Nasıl mı? Diyanete, imam hatip mekteplerine yapılan muameleden, Darülfünun’dan evvel ilahiyat fakültesinin kapatılmasından, ezanın ve Kur’an’ın Türkçeleştirilmesinden, namazda Kur’an meâlinin okunması teşebbüslerinden… Meseleyi Harf Devrimi’nden ibaret görmek, genel manzarayı anlamaya engel oluyor. Bu yaşananlar dinden bağımsız konuşulamaz Küçük’e göre: “Bir uygarl?k havzasının 900 yıllık birikimi ortadan kalkıyor. Medreseler, tekkeler, zaviyeler kapanıyor. Tüm bu kurumlarda birtakım ıslahata gerek duyulduğu çok önceden ayr?m edilmiş. Ama toptan kapatılıyor.” Musikiye, diğer sanatlara kadar toplumun tüm kültürü reddediliyor. Ruh dünyasına vurulan bu ağır vuru? zamanla Kur’an-ı Kerim’e duyulan saygıyı bile ortadan kaldırıyor.

Harf De.vrimi’nin Kütüphanelere Yansıması kitabının yazarı Prof. Dr. Meral Alpay, bu adımın tesir bakımından diğerleri ile mukayese edilemeyeceğini belirttikten sonra şöyle devam ediyor sözlerine: “Okuryazarlığı olsun olmasın hemen her evde bir Kur’an bulunur. Bu mübarek kitap çoğu vakit özenerek süslenmiş bezden bir muhafaza içinde, genellikle dö?ek odasında duvarda asılı dururdu. (…) Yeni harflerle basılmış bir kitabı ilk kere eline saha bir kimsenin bir şaşkınlık geçirmesi kaçınılmazdı. Yön değişikliği olmuş, yeni kitap eski kitabın altını üstüne geçirmişti. Doğru tutmak, kapağını açmak, sayfalarını çevirmek zıt yöne dönmüş, yazı tamamen değişmişti.” Her şey altüst olmuştu yani.

Din zayıflamadan olmaz

Detaylar arttıkça asıl mücadelenin ‘din’le olduğunu düşünenlerin haklılığı çıkıyor ortaya. Osmanlı milletler topluluğunun enkazından bir Türk C.um.huriyeti kurulacak. Dinin sunduğu ümmet reçetesi, millet harcının halkı birleştirmesine engel oluyor. Tek deva öncelikle dinî duyguların zayıflatılması. Yorumlarımıza tarihten şahitler bulmak sarsıyor ancak şaşırtmıyor artık bizi… “… Birçok mütefekkirler, sonra vekâyi bize gösteriyor ki dini hissiyat zayıflamadıkça milliyet hissi kuvvetlenememiştir.” sözleri, Milliyet Nazariyeleri ve Milli Ya?am kitabının yazarı Mehmet İzzet’e ait. Bu yüzden yeni harflerle bile olsa dinî neşriyata tahammülü yok Tek Parti rejiminin. “Bizler ne şekilde ve surette olursa olsun, ülke dâhilinde dini neşriyat yapılarak dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.” Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör, 1934

Ne yapıldığı, sebep yapıldığı kadar nasıl yapıldığı da tartışmalı. Değişimin bir kısmı lüzumlu belki de. Kimsenin itirazı yok buna. Ancak bir çırpıda ve böylesine kat? mi olmalıydı?

“Toplumun inancı ve psikolojisi hiç hesap edilmiyor. Hakir görülüyor. Medeni olmanın yolu İslam dairesinden çıkmaktır gibi bir anlayış benimseniyor. Bunlar yazılıp çiziliyor, aksinin yazılması yasaklanıyor. Bunlar bize iyi niyetli insanların bu işi yürütmediği kanaatini veriyor.” diyor Raşit Küçük. Cu.mh.uriyet’in kurucu kadrosu içinde bu yöntemin çok taraftarı var, desteklemeyenlerse tasfiye ediliyor.

Adeta dünyaları altüst olurken halkın nasıl büyük, kitlesel tepkiler vermediği de merak konusu. Camiler kapalı, Kur’an okumak, öğrenmek yasak. Şapka takmadan sokağa çıkmalarına ruhsat yok. Ezan Türkçeye dönmüş. Yer yer ayet mealleriyle namaz kıldıran imamlar türemiş. Kaymakamlar, valiler, sair devlet memurları hafiyeliğe soyunmuş, halkın elindeki eski yazılı kitapları toplatıp meydanlarda yakıyor… Çok rencide oluyorlar Raşit Bey’e göre. Ancak Sünni toplumların karakterinde ba?kald?r? anlayışı yok. Bu tur de geçer, her şey yoluna girer diye bekliyorlar. “Yine de çok can yanıyor, kan dökülüyor. Kitleler halinde ülkeyi terk edenler oluyor.”



1925’te duyuru edilen Şap.ka Kanu.nu’ndan sonra bir cami girişi. Ce.maat, fötr şapkalarını ayakkabılık yanına kurulmuş ‘şapkalık’a bırakıp namaza geçiyor.

Halkın sessizliğinde idarenin tepkileri bastırma yönteminin de payı aka şüphesiz. Harf De.vrimi’nden evvel tepki çekebilecek en önemli adım Kıyafet İnk.ılâbı. 1925’te ‘Şapka Kanunu’ çıkınca ortalık karışıyor. İstiklal Mahkemeleri eliyle duruma hemen müdahale ediliyor. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun süresi 1928’e kadar uzatılıyor. Mu.st4fa Kem4l de farkında sertliklerinin. Ama bu lüzumlu ona göre: “İşte biz Takrir-i Sükûn Kanunu’nun mer’iyyetinden istifade ettik ise bu tarihi hatayı pak göstermek için, milletimizin nâsiyesini olduğu gibi açık ve pak göstermek için, milletimizin mutaassıp ve Kurun-u Vustai zihniyette olmadığını ispat etmek için istifade ettik.”

Kendileri anlat?m etmese, geçmişten utandıklarını söylemek iftira olurdu belki. Ama inkâr etmiyorlar bu ağır bedellerin ‘sizin gibi muasırız, Ortaçağ zihniyetinde değiliz!’ diyebilmek için ödetildiğini…

Sanki Hülagu devri...

Geçmişin birikimi, aks değiştiren medeniyetin değerlerini doğrulamıyor. Bu sebepten olacak, Cu.m.huriyet dönemi kütüphaneleri ile ilgili araştırmaların neredeyse hiçbirinde; asırlık kütüphanelere, binlerce yıllık el yazmalarına ne oldu, sorusu sorulmuyor. Hepsinde aynı istatistikler; 1928’den sonra kaç kitap basıldı? Nerelere kamu kütüphanesi kuruldu? Okur yazar oranı ne kadar arttı?.. Oysa 19. asır sonlarında Osmanlı topraklarında, kayıtlı 350 kütüphane bulunuyor. Aka kısmı şahıslar ya da vakıflar tarafından tesis edilen bu kütüphaneler de sistemin sarsıntısından payını alıyor. İhtiva ettikleri ilmî birikime duyulan şüphe, kitapların kaderine terk edilmesini beraberinde getiriyor. 1908’de Sadrazam Hilmi Paşa’ya verilen raporda İstanbul’daki 40’tan çok genel kütüphanenin durumu özetleniyor: “Bu kütüphaneler bir birinden ?rak olduğu gibi kıymetli kitapları da perakende (dağınık) bulunduğundan, bunlardan faydalanmak için herhalde hayli zamanı ve birçok çalışmayı zarar etmek icab eder. (…) Kitaplara gelince bunlar kütüphanelerin ihmal köşelerinde telef olmaya veya kaybolmaya maruzdur. Kütüphanelerde muhafaza edilebilmiş olan kitaplar da mahva mahkûmdur. Çünkü bunlar hiçbir usul, makul bir düzen içinde bulunmayıp birbiri üstüne yığılıp atılmıştır. Kitap yığınları altında kalmış eser, tüm üstündeki kitapların tazyikine maruz bulunduğundan mürekkep birbirine yapışarak yapraklar bozulur.”

1920’ler ve 30’larda bu yara da iyice derinleşiyor. Neredeyse ömrünün tamamını ilmî araştırmalarla geçiren Muallim Cevdet’in hatıraları, başka şahide mahal bırakmayacak açıklıkta tasvir ediyor manzarayı: “Ayasofya’nın orta tabakasında kapalı, kilitli iki mahzen-i evrak vardır. çok olarak koridorda açıkta evrak ve birçok vesikalarla defterlerle dolu olan sekiz-on sandık mevcuttur, bunlar kapalıdır. (…) Mahzendekiler kilitlidir, sandıktakiler kapalı. Fakat… Kimsenin muhafaza ve tetkikine lüzum görmediği, fırlatıp yerlere attığı tahmin-i acizaneme göre lâakal yüzbini mütecaviz vesaik vardır ki bunlar mahzen şöyle dursun adi sandıklara bile konulmamış, gereksiz addedilmiştir.”

Cevdet Bey’in hassasiyeti onu tanıyanlarca yakından biliniyor. Elinden bir şey gelmese arşivleri dolaşıp gördüklerini teker teker kayda geçiyor. Kuyûd-ı Vakfiye Müdürü İzzeddin Bey’in ricasıyla gidiyor Ayasofya’ya da. Tam bir talan meydanı çıkıyor karşısına: “Büyük ve kilitli mahzen-i evrakın yanında onar metre tûluunda (uzunluğunda) ve birer metre sıhanında (genişliğinde) tam dört merdivenin üzerinden yuvarlanan ve senede bir defa, Kadir gecelerinde tabaka-yı ulya süpürülünce tüm molozları iş bu onbinlerce metrûk fermanlar, berâtlar, defterler, tezkereler ve donanma, tophane, yeniçeri, enderûn, maliye, evkâf vesikalarının üstüne dökülen süprüntülüğü gösterdiler. Kayyum ile birlikte bu bî-misil evrakı çiğneye çiğneye tam kırk metre yol gittim. (…) Bu hali Hulagu’nun Dicle Nehri’ne attırdığı on binlerce kitap ve evrak zıyaı ile mukayeseye zorunlu oldum.”

Artık bu milletin ihtiyacı olmayacaktır diye düşünülen eski evrak ve kitaplara ne tür muamelelerin reva görüldüğünü en açık takip edebildiğimiz kaynak Muallim Cevdet’in hatıraları. Nerede ne var bir bir sıralayıp tarihin vicdanına havale ediyor:

“-Harbiye Nezareti’nin daha eski birçok vesaiki Meşrutiyet’i müteakip yaktırdığını, bir kısmını da toptan kâğıt tüccarları ile bakkallara sattığını bilen çoktur.

-Askerî sıhhiye teşkilatı ile Kırım ve 93 seneleri sava? vesikalarını aramakla meşgul tarihçileri mustarip edecek ne hazin hal…

-1000 tarihinden evvelki Bahriye Vesikaları mahvolmuştur.

-Eski Maarif Dairesi altındaki mahzende duran önemli evrak ve vesaikin pek çoğu meşrutiyeti müteakip güya Donanma Cemiyeti kârına okkası 20 paradan satılmıştır.

-Adliye vesikaları yangında baştan başa yanmıştır…”

Tevhid-i Te.drisat Kanunu ve tekkelerin, zaviyelerin kapatılması üzerine medrese ve tekkelerde bulunan yazma eserlerin bir kütüphanede toplanması gündeme geliyor. Yazmalar en yakın kütüphaneye ya da Süleymaniye’ye naklediliyor. Aynı tarihlerde Anadolu’dan da yazma eserler toplanıyor. Ancak ne kadarının kütüphanelere ulaştığını takip etmek imkânsız. Halveti Şeyhi Fahreddin Efendi’nin müridlerine anlattıkları artık kimseyi şaşırtmasa gerek... İstanbul’da bir bakkala giren Şeyh Efendi, satıcının üzerinde ‘eski yazı’ olan bir kâğıtla paket yaptığını görüyor. Geri kalanını duvarda bir çengele tutturmuş. ‘Nedir o? Bakabilir miyim?’ diye müsaade istediğinde neredeyse bayılacak. Şe.yh Sadık Efendi risalesinin bir nüshasını tutuyor elinde. “Parası ne kadarsa vereyim bu kâğıtları sat bana! Günaha giriyorsun.” deyip paket kâğıdı olmaktan kurtarıyor risaleyi…



Aradan 80 küsur yıl geçmiş, o günleri yaşayanlar göçmüş, anılar küllenmişken bir Kur’an sayfası zorunlu kılıyor geçmişle yüzleşmeyi. Toplumlar da insanlar gibi travma yaşayabiliyor. Ve yaşananları düşmanlık vesilesi kılmak gibi yok saymak da işe yaramıyor. Geri dönmek, bir abece devrimi daha yapmak değil kimsenin kastı. Ancak atılacak başka adımlar olmalı. Geçmiş ancak o vakit çekilecek belli ki yolumuzdan…


ForumHatti YÖNETİMİ !